Tarihten Günümüze; “YAHUDİLER”

-İsrail oğullarından İsrail Devletine-

 

 

Remzi KOÇÖZ[*]

 

Musevilik, Tevrat’la Tek Tanrılı dinlerin başında yer aldığından kutsallığa sahiptir. Bu kutsallık

"On Emir"

(Yaratıcı'nın kullarından beklediği davranış ilkeleri)

olarak insanlığa duyurulur;

1) Benden başka Tanrı edinmeyin.

2) Putlara tapmayın.

3) Kafirlere inanmayın.

4) Dini günleri unutmayın.

5) Anne ve babanıza saygılı olun.

6) Öldürmeyin.

7) Zina yapmayın.

8) Çalmayın.

9) Komşularınıza karşı kötü niyet beslemeyin.

                                  10)Tamahkar olmayın...

Yahudi tarihi:

Kutsal kitaplarda öykülerinden en çok söz edilen toplum, Yahudilerdir. Yahudilerin 4000 yıllık tarihi zaman ve mekan olarak Eski Kudüs’ün 20 mil güneyinde, Filistin dağlarının 3000 m yüksekliğinde “Hebran” olarak adlandırılan yörede başlamıştır. İbrani, eskiden Yahudilere dillerinden dolayı verilen addı. Bunun dışında; Yahudi, Musevi, İsrail oğulları adlarıyla da anılırlar.

Yahudilerin büyük çoğunluğu tarihlerinin  büyük bir bölümünü “Vatanımız” dedikleri bu topraklar dışında yaşadı ve halende yaşamaya devam ediyor. Bir ırkın dünyanın bir köşesine karşı böylesine bir bağlılık gösterdiği enderdir. Keza hiçbir ırkta bu kadar azimli bir göç dürtüsü ile bulunduğu yerden köklerini söküp başka yere yeniden dikme cesareti de görülmüş şey değil.

Arabistan yarımadasının komşu halkları Mekkeliler ve İbraniler akrabadırlar. Her ikisinin de atası aşağı Mezopotamya’daki Ur şehrinde yaşayan İbrahim peygamberdir. İnsanların putlara tapmasına karşı durarak Kenan’a yerleşir. Büyük oğlu İsmail’le Kabe’yi inşa ederek onu Mekke’ye yerleştirir. İsmail Kureyş kabilesinin reisi olur. Diğer oğulları İshak önce Kenan’a yerleşir, oradan dünyanın değişik yerlerine dağılırlar. İshak’tan Yakup (İsrail), Yakup’un 12 oğlundan da İsrail oğullarının 12 kolu türemiştir. Demek ki Kureyş kabilesi ve İsrail oğulları kardeştir. Arapça ve İbranice arasındaki benzerlikte bunun bir delilidir. Bir kısmı kutsal kitaplarındaki vaat edilen topraklara Filistin’e yerleşir. Krallık bölünür, Yahuda-İsrail ikiliği ortaya çıkar. Ardından Babil’e sürgün dönemi başlar.

Tanrı’nın Musa peygamberin zamanında (MÖ. 8. yy), onun aracılığıyla İsrail halkıyla yaptığı ‘Kutsal Yasayı’, Hammurabi kanunları benzeri ’10 emri’, Eski Anlaşma (Eski Ahit)  adıyla kutsal kitabı “Tevrat”ı İsrail oğullarına sunmuştur. Onlarda bu yasaları, emirleri kutsal sandıkta saklar.

(Tevrat: Yahudiler'in kutsal kabul ettiği kitabın Türkçe ve Arapça'daki adı. Tevrat orijinal olarak İbranice yazılmıştır ve bu dildeki karşılığı Tora'dır. Beş kitaptan oluşur, Türkçe adları sırasıyla Tekvin (Yaratılış), Çıkış, Levililer, Sayılar ve Tesniye (Yasanın Tekrarı)'dır. Yabancı dillerde bu kitaplar Latince isimleriyle anılırlar, bunlar Genesis, Exodus, Leviticus, Numerii ve Deutronomy'dirler. On emir, kutsal yasa Tevrat’ın temel ilkelerini oluşturur. Sina Dağı, Musa peygamberin Tanrı’dan  on emri ve diğer yasaları aldığı yer.)

Tevrat’a göre; “Baş melek Mikail’in özel görevi İsrail ulusunu korumaktır.”

İsrailliler, onları firavunun öfkesinden kurtaran ve Tanrı’nın ilahi bir lütfü olarak gördükleri olaydan o kadar  etkilenmişler ki, kendileri ve soyları için manevi varlıklarının dinamiği olmuş. Musa onlara şunu sormuş:”Tanrı’nın insan oğlunu yarattığından beri bu muhteşem olaya benzeyen her hangi bir olay meydana gel dimi, veya benzer bir şey duydunuz mu? Tanrı’nın bir ulusu başka bir ulusun elinden alıp kurtardığını gördünüz mü?” Exodus’ta, Musa‘ya göre, Tanrı yaptıklarını kendisi anlatıyor: “Sizleri kartalların kanadıyla kendime nasıl ulaştırdığımı ve Mısırlılara neler yaptığımı gördünüz. Sesime ve akdime itaat ederseniz benim gözümde bütün uluslardan daha değerli olacaksınız. Zira bütün dünya benimdir. Nezdimde kutsal bir ulus olacaksınız.”

(Yahudiler,Mısır’da kölelik yaşamından kurtuldukları günü “Fısıh Bayramı” olarak kutlarlar. Özel bir kutlama şöleni yapılır, kurban edilmiş kuzu ile mayasız ekmek yenir. İncil’de ‘Mayasız Ekmek Bayramı’, Türkçe de ‘Hamursuz Bayramı’ olarak bilinir.)

Bu olayla birlikte kendisini İsrail oğullarının lideri olarak ortaya atan olağan üstü bir lider ortaya çıktı. Musa, Yahudi tarihinde, etrafında her şeyin döndüğü eksen rolünü oynamıştır. İbrahim’in o ırkın kurucusu olmasına karşın, Musa o ırkın yaratıcı gücü ve yönlendiricisi idi. Onun sayesinde ve liderliğinde Yahudiler istikbali olan seçkin bir millet  seviyesine ulaştılar.

            Musa peygamberin ardından gelen Davut Yahudilerin yeni lideri olacaktır. (İbrahim, Musa ve Davut adları Yahudilerin ilk önderleri olarak nesilden nesile aktarılır.) Onun tarafından fethedilmiş olan “Kudüs”(Jerusalem) kenti merkez yapılır. Ulusal, dinsel ve stratejik açılardan bu kent Yahudilerin yanında Hıristiyan ve Müslümanlar tarafından da kutsiyetini koruyacaktır.

(Mezmurlar: Tanrı’yı övmek için makamla okunan kutsal ilahiler, bu ilahilerden oluşan kitap. Zebur olarak da bilinir. Birçoğunun Hz. Davut tarafından yazılmış olduğu rivayet edilir.)

Musevi doktrininde Mesih’le ilgili inanca göre, Kral Davut’un alnı bizzat Tanrı tarafından meshedildiğinden, kendisi ve ahfadı kıyamete kadar İsrail’e ve yabancı halklara hükmedeceklerdi. Mesih doktrini karmaşık ve çelişkili olduğundan, Musevilerin aklı hayli karışmıştı.    

Yahudilerin kendileri dışında ve sonra gelen  Kutsal Kitap ve Peygamberlere inanmaması Kur’an da şu şekilde yer alır: “Andolsun, Musa’ya Kitab’ı verdik, arkasından peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da açık deliller verdik ve onu Ruhü-l Kudüs (Peygamberlere vahiy götüren Cebrail’in ‘temiz ruh’  anlamına gelen adıdır.) ile destekledik. Ne zamanki bir peygamber, size canınızın istemediği bir şey getirdiyse büyüklük taslamadınız mı? Kimini yalanlıyor, kimini de öldürüyordunuz?” (Kur’an, Bakara Suresi, 87. Ayet)

Tanrı bazı milletlere doğru yolda devam ettikleri müddetçe zaman zaman üstünlükler bahşetmiş. Şu ayet bunun açıklanmasıdır. “Ey İsrail oğulları! Sizlere ihsan ettiğim nimetimi vaktiyle alemdeki ümmetlerin üzerine üstün kıldığımı hatırlayın.” (Kur’an, Bakara Suresi, 122. Ayet)

Yahudiler sahibi oldukları kutsiyeti, dini kendileri dışına yayamadılar. Kendilerini üstün ırk olarak tasarlayarak yaşadılar. Yahudi dininin içe dönüş ve ruhanilik yapısı İsa peygamber tarafından, Hıristiyanlık tarafından gelişmeye çevrilecektir. Hıristiyanlık tüm insanlığı eşit olarak görür. İsa, insanları çağırarak büyük bir ciddiyetle şunları söylemiş: “İnsanın içine sızan  bazı şeyler onu  kirletebilir.” Yahudi ikiyüzlülüğüne karşı geliş İsa’nın çarmıha gerilmesine kadar gidecektir. İsa peygamberin reformu Yahudilerce tepkiye dönüşecek, Yahudi tutuculuğu ağır basacaktı.

Mesih İsa’da vücut bulunca,Tevrat’ın temeli yok oldu. Tanrı bu kez İsa peygamber aracılığı ile Yeni Anlaşma (Yeni Ahit) “İncil” olarak insanlığı doğru yola çekecek yeni bir kitap, yeni bir din olan Hıristiyanlığı sunar.

Yahudilerin Serüveni:

İbraniler ilkçağlarda hiçbir medeniyet üretemez. Mısırdan çıkıp Kuzey Batı Arabistan, Sina ve Ürdün’e yerleşerek Sami kültüründen sonra Kenan kültüründen etkilenerek Filistin’e yerleştiler. Babil’de Zerdüşt, Mezopotamyalılardan, Romalılardan etkilendiler. Romalılar, Yahudileri kırıp geçirmiş, sağ kalanlarda dünyanın değişik yerlerine dağılmışlardı. Sürgün sonrası, Kudüs ve Temple’deki tapınaklar Yunan ve Romalılarca tahrip edilince yeni bir ibadet şekli gelişir. Yahudi İbadeti; Tevrat’ı okumak, Sept gününü (cumartesi) değerlendirmek, oruç tutmak, yeri geldiğinde kişisel kurallara uymak haline indirgenir.

Anti-Semitizm ilk çağdan 1879’a kadar terminoloji de yer almamış olsa da, kendisi şüphesiz vardı ve giderek artıyordu. Sözcük olarak ‘yabancılık’ antik çağların anti-semitizmin kaynağında yatmaktadır. Museviler sadece göçmen değillerdi, aynı zamanda kendilerini diğer toplumlardan ayrı tutuyorlardı. Kudüs’ün düşüşü, Tanrının Musevilerden nefret ettiğinin bir kanıtı olarak gösteriliyordu.

İnsanoğlunun amansız savaşları karşısında ideal bir durum olarak ele alınan barış kavramı, gene Musevilerin bir icadıdır. Çünkü savaşlardan en çok onlar zarar görmüş ve de göreceklerdi. Devlet desteğinden yoksun ve her zaman yara almaya aday bir toplum için dışta barışa, içte uyuma önem verilmesi ve bunları kesinlikle sağlayabilecek önlemlerin geliştirilmesi şarttı. Yeryüzünde barış ortamı olmadan insanların huzuru olamazdı ve mutlu yaşayamazdılar.

            IV. ve V. yüzyılın sonunda kilisenin politikası netleşiyor, Hıristiyan toplumlarında yaşayan Musevilerin toplumsal haklarının ve önceliklerinin çoğu geri alınıyordu. Devlet görevine atanmadıkları gibi orduya da alınmıyorlardı. Geriye ticaret kalıyordu. Onun dışında zanaat ve sanat…

VII. yüzyıl çeyreğinde yeni bir din “İslamiyet” bu coğrafyada peygamberleri Hz. Muhammet ile Mekke’nin fethini tamamlar. Musevilerle birlikte diğer toplumların hepsi bu İslam selinin altında kaldılar. Musevilere göre; Müslümanlar, Sept gününün özelliğini Cuma’ya taşıdı. Duaların yönünü Kudüs’ten Mekke’ye ve en önemli bayramın tarihini değiştirdi.

(Sept günü, Yahudilerin kutsal dinlenme ve tapınma günü. Cuma günbatımından Cumartesi günbatımına dek sürer. Kutsal gün Hıristiyanlarda Pazar günü, Müslümanlarda Cuma günüdür. İbadet yerleri: Museviler-Havra-sinagog, Hıristiyanlar-Kilise, Müslümanlar-Camii. Müslümanlar ibadetlerini Mekke-Kabe’ye yönelerek ifa ederler.)

İlk haçlı ayaklanmasını tetikleyenlerin başında kilisenin rolü yadsınamaz. Anti-Semit ideolojisinin üzerinde düşmanca hikayelerin riayet edildiği geniş bir alt yapının temeline dayandığı  anlaşıldı. 1453’te Konstantinopolis adıyla Bizans’ın başkenti olan İstanbul Müslüman Türklerin eline geçti ve Yahudilerin eski düşmanı Bizans, artık tarih sahnesinde yoktu.

Reform, Karşı-Reform ve Din Savaşları, Avrupa’daki bütün çalışkan küçük toplumları özellikle Yahudileri dört bir yana savurdu. Bazen, zulümden korunma çabasıyla, temelli olarak bir yere yerleşmeden önce birden fazla yer değiştirmek zorunda kalıyorlardı. Sürekli göç ve sürgünler sonucu yeni bir yerleşim alanına çarçabuk adapte olmakta ustaydılar.

Orta Çağlarda şehircilik, ticaret ve finanssal alandaki becerileri, yer yer çevredeki Hıristiyan toplumları tarafından devralınmaya başlanınca; Yahudiler, yeteneklerine ihtiyaç duyan daha az gelişmiş ülkelere göç etmekte çareyi buldular.

Nihayet, Yahudiler ticari zekayı toplama ve kullanma hususunda olağanüstü yetenekliydiler. Sanayi Devrimi  döneminde gittikçe yayılan alanlarda ticari aile teşkilatları kurmuşlardı. Modern kapitalizmin yaratılmasında katkıda bulundular.

Önemli sorunlardan biride faizle borç para vermek yani tefecilikti!

            Mezopotamyalılar, Hititler, Finikeliler ve Mısırlılar arasında faiz yasaldı ve ekseriyetle devlet tarafından tespit ediliyordu. Ancak, Yahudiler konuya farklı bir açıdan bakıyorlardı. Exodus‘ta şöyle buyuruluyor:

“Ümmetimden fakir bir kimseye borç para verirsen, tefecilik yapmayacaksın ve  ondan faiz almayacaksın.”

            Kardeşinden herhangi bir fazlalık alma ve ona tefecilik yapma.”

            “Yabancıya faizle borç verebilirsen, kardeşine asla.”

Böylece, toplumsal kesim en alttaki Yahudi kademesinin de güçlenmesine yardım ediyordu.

Sürekliliğini koruyan üç prensip:

Birincisi, Siyonizm kendi toprağında oturmaktır. Bütün Yahudiler kendi topraklarına dönmeyi öncelikli konu olarak ele almalıydılar. Bütün gerisi düş kırıklığı, boş laf ve zaman kaybıdır.!

İkincisi, yeni toplumun yapısı bu sürece sosyalist bir çerçeve içinde destek verecek nitelikte olmalıydı.

Üçüncüsü, Siyonist toplumun kültürel bağlantı dili İbranice olmalıydı.

 

Marksizm ve Yahudiler: Marx, Yahudi olmakla birlikte, aynı zamanda Yahudi aleyhtarı bir düşünürdü. Marx’ın Yahudi aleyhtarlığının kökleri derinlerdeydi: “Yahudileri sanayi Devrimi ve XIX. yüzyılın başlangıcını belirleyen ticaret ve materyalizm fazlalığıyla irtibatlandırarak, Onları; sosyal bir ırk, inatçı, şeytani, insanlığın düşmanları olarak” tanımlar.

Yahudiler ve Yeni Dünya:

Çarlık Rusya’sı, Yahudilerin sistematik bir şekilde en kötü muameleye tabi tutuldukları yere dönüşünce yeni dünyaya büyük bir göç dalgası yaşanır. 2,5 milyondan fazla Yahudi Amerika’ya göç ederek Yahudilerin dünyadaki etkisini ve gücünün dengesini değiştirdi. Yahudiler, dinsel ihtiyaçlarına cevap verecek sayısız sinagoglar kurdular. Teknoloji geliştikçe Amerikalı Yahudiler  yeteneklerini aynı hevesle o sektöre de aktardılar. En muhteşem örnek, adeta tamamen Yahudiler tarafından kurulan sinema sanayi idi.

Rus dehşeti Yahudileri düşünmeye sevk etti. Acaba Yahudilerin güvende olacakları rahat edecekleri, benimseyecekleri ve yönetecekleri bir yer yaratılamaz mıydı? Tabii Siyonizm yeni değildi. 1,5 milenyumdan fazla, Babil sürgünü kadar eskiydi.

XX. yüzyıl başlarında, Yahudi halkının vatanı olabilecek bir toprağın kendilerine verilmesi seslendiriliyordu. Herzl, İsrail’in ‘Vadedilen Topraklara Dönüşü’ yapıtının aktörü ve yönetmeni olacaktı.Yahudi kamuoyunun onayı tabi ki kutsal kitaplarında vaat edilen topraklar olmalıydı. Siyon’a dönüş Yahudilerin önderliğinde bütün insanlığın yararına düşünülen tanrısal planın bir bölümüydü. Yahudiler için; Ortodoks, Siyonist, Laik ne olursa olsunlar, kaçılacak tek yer Filistin’di.

18 Temmuz 1917’de “İngiliz vaadinin orijinal taslağı, üç önemli konu içeriyordu. Birincisi, Filistin’in Yahudilerin vatanı olarak yeniden yapılanması. İkincisi, Yahudilerin kısıtlamasız olarak göç hakkı. Üçüncüsü, Yahudilerin içeride kendi kendilerini idare etmeleriydi. Bu üç husus Siyonistlerin bütün isteklerini karşılıyordu. “

            1921 yılının Temmuz’unda Weizmann: “Savaş sırasında vaat edilen Yahudi vatanı, şimdi Arap vatanına dönüştü” şeklinde  Churchill’e sitem eder. I. Dünya Savaşı sonrası kutsal topraklarda devlet kurma vaatleri yerine gelmez. Yaklaşık 30 yıl sonrasına, II. Dünya savaşı sonrasına kalır.

Soykırım:

Tıpkı Ortaçağ’daki Yahudi düşmanının Yahudi’yi insanlık dışı bir yaratık, bir şeytan veya bir tür hayvan (dolayısıyla Judensau) olarak görmesi gibi, Hitler’in sözde bilimsel terminolojisinden etkilenen aşırı Nazi’ler de Yahudi’yi bir mikrop veya son derece tehlikeli ve tiksindirici bir haşarat olarak görüyorlardı. Almanya gibi yüksek seviyede eğitimli bir toplumda bu saçmalıklara nasıl inanıldığı sorulursa, cevap şu olur: Yahudilerin mallarına el konması veya ‘Arileştirilme’ ticaretle uğraşan toplumun büyük bir kısmını sistem içine çekti. Alman halkının Soykırımdan haberi vardı ve onaylıyorlardı. Hıristiyan kiliseleri, Yahudi aleyhtarlığı, daha sonra Nazi katliamı ile zirveye ulaşan Yahudi nefretine yüzyıllarca seyirci kalır.

Soykırımın Bilançosu:

“Avrupa ülkelerindeki 8.861.000 Yahudi, doğrudan  veya dolaylı olarak Nazilerin kontrolü altındaydı. Yapılan hesaplara göre, Naziler 5.933.900 kişiyi, yani bu toplumun % 67’sini öldürdüler. Polonya’da 3.300.000 kişiyi, yani %50’den fazlasını öldürdüler. Yahudilerin %50’sinden çoğu Baltık ülkelerinde, Almanya’da, Avusturya’da, Yunanistan’da, Hollanda’da, Beyaz Rusya’da, Ukrayna’da, Belçika’da, Yugoslavya’da, Romanya’da ve Norveç’te öldürüldüler. Altı ana ölüm kampı esas öldürme alanını oluşturuyordu. Auschwitz’te iki milyondan fazla, Maydanek’te 1.380.000, Treblinka’da 800.000, Belzec’de 600.000, Chelmno’da 340.000 ve Sobibor’da 250.000 Yahudi öldürüldü.”

(Gaz odaları şaşırtıcı bir hızla çalışıyordu. Treblinka’da, her birine bir defada 200 kişinin sığa bildiği on gaz odası bulunuyordu. Höss, Auschwitz’teki gaz odalarına bir defada 2.000 kişiyi sığdıra bilmesiyle övünüyordu. Zyklon-B gaz kiristalleri kullanılarak Auschwitz’teki beş gaz odasında yirmi dört saatte  bir 60.000 erkek, kadın ve çocuk imha edilebiliyordu. Höss, 1944 yılının yazında tek başına 400.000 Macar ve diğer kökenli Yahudi’yi öldürdüğünü, Yahudi olan ve olmayan toplam 2.500.000 kişinin Auschwitz’te gazlandıklarını ve yakıldıklarını, ayrıca beş yüz bin kişinin de açlıktan ve hastalıktan öldüklerini söylüyordu. 1942’de, 1943’te, 1944’te Nazilerin her hafta çoğunluğu Yahudi olan 100.000 kişiyi büyük bir serin kanlılıkla öldürüyorlardı.) (Yahudi Tarihi, s. 452)

Savaş bitiminde Nazilerin tüm Avrupa’yı kapsayan Yahudi soykırımının yargılaması yapılır. 20 Kasım 1945’te Nüremberg’de savaş suçlularının davaları başladı. 1945’le 1951 arasında, toplam 5.025 Nazi mahkum edildi. Uzun zaman geçmesine rağmen, Nazi  savaş suçlularının takip edilmesi ve suçlanması 2000’lere kadar devam eder.

1948’de İsrail’in kurulmasıyla, kurbanların kendilerine veya yakınlarına   hayatlarının veya herhangi bir uzuvlarının kaybına, sağlığına verilen zarara, kariyer, meslek, maaş ve sigorta kaybı karşılığında tazminat ödenmesine ilişkin ‘Federal Tazminat Yasasının’ da yürürlüğe girmesini sağladı.

Soykırımın tanınması, yargılamalar, tazminatlar; bütün bunlar memnuniyet vericiydi. Ancak, bu arada Yahudiler, ne olursa olsun medeni dünyaya güvenilemeyeceğini öğrendiler. Soykırımın onlara verdiği unutulmaz dersten ise, kendilerine istikrarlı, kendi kendine yeten ve her şeyin ötesinde, gerektiği zaman bütün Yahudi toplumunun barına bileceği ve düşmanlarına karşı güvende olacağı bağımsız bir sığınma mekanı yaratmaya mecbur olduklarını öğrendiler. Birinci Dünya Savaşı sonunda; İsrail devletinin kurulması imkan dahilindeydi ancak verilen söz yerine getirilemedi. İkinci Dünya Savaşı sonunda ise İsrail devletinin kurulması zorunluluk haline geldi. Yahudiler, her ne pahasına olursa olsun artık bu devletin kurulmasının şart olduğuna inandılar. Nihayet soykırımla ödenen büyük bedel, kutsal kitaplarında vadedilen topraklarda, kutsal devletlerine kavuşmanın önündeki engelleri kaldırır.

Filistin’de 500.000 Yahudi’nin bulunmasına rağmen, gene de Arapların sayısı büyük çoğunluktaydı. Arap dünyası ve sağduyu ile durumu değerlendirenler: ‘Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması, Orta Doğu’da kalıcı bir barışa karşı sürekli bir tehdit olacaktır.’ Şeklinde tespitte bulunurlar.

Siyonizm ve İsrail Devleti:

(Siyon: Kudüs kentinin kurulduğu tepelerden biri. Tanrının konutu, tanrının halkı. )

Soykırımla yeni Siyon arasında organik bir bağ bulunuyordu. Siyon devletinin kurulmasında bir numaralı faktör, 6 milyon Yahudi’nin öldürülmesi idi ve ancak acı çekerek kurtuluşa ulaşabileceğine ilişkin Yahudi tarihinin eski ve güçlü dinamiğine uygundu.

            Bunlar, etkinin ve tepkinin dinsel, metafizik terimlerle ifadesidir. Tarihi terimlerle de ifade edilebilir. Yahudilerin çektikleri acılar, İsrail devletinin kurulması ile sonuçlanmıştı.

Hitler’in Yahudilere çektirdikleri, Siyonist devletin kurulmasında rol oynayan felaketler zincirinin son halkasıydı.

Yahudiler yüzyıllar boyu o kadar baskıya neden sabırla katlandılar?

            Bu olağanüstü pasifliklerinin, bir inanç meselesi olduğu iddia edilir: ”Çünkü başlarına gelen herhangi bir olay düşmanların değil, daha yüksek bir mekanın yani Tanrı’nın iradesine bağlanır.”

“İngilizlerin çekilmesi bir yıl daha ertelenmiş olsaydı, Amerika İsrail’in kuruluşunu bu kadar heyecanla beklemeyecekti, Rusya ise büyük bir ihtimalle muhalif olacaktı. İngiliz politikasına karşı yürütülmüş olan terör politikası belki de herkes için belirleyici olacaktı. İsrail, 1947-48 yıllarında kısa bir süre için tarihin tesadüfen açılan bir penceresinden hayata girdi. Bu da bir şanstı, yada Tanrının İsrail oğullarına bir lütfüydü.”

1947-48’de İsrail devletinin kurulmasına yol açan olaylar, günümüz de halen devam etmekte olup Arap-İsrail sorununu yaratır. Araplar, hiç tartışmadan, BM’nin yeniden yerleşimle ilgili 1950 planını reddettiler. Bu suretle, 1947 yılının Kasım ayından günümüze kadar, İsrail; komşularının çoğu ile gerçek anlamda savaş halindedir. Arabistan Yahudileri, Arapların saygısını hiçbir zaman kazanamaz.

Yahudiler BM’nin Paylaştırma Planını  kabul ettiler. Araplar ise, kendilerine bir Filistin devleti  sağlayacak olan planı herhangi bir tartışmaya girmeden reddettiler ve hemen kuvvete başvurdular. İzleyen savaşın sonunda ve Haziran ile Kasım 1948 arasında İsraillilerin fethettikleri yerlerle İsrail devleti Filistin’in % 80’ine ve yönetilebilirlik ve savunulabilir sınıra sahip oldu. Filistin’li Araplar, Gazze şeridi ile Ürdün’ün yönettiği Batı Kıyı-Şeria dışında hiçbir şekilde devlet sahibi olmadılar.

Varlığının ilk otuz yılı olan 1948’le 1978 yılları arasında, İsrail devleti hayatta kalabilmek için sürekli ve bazen baş döndürücü bir mücadele vermek zorunda kalır. Mütakere fayda etmemiş, 6 günlük savaşın sonunda, İsrail ilk defa olarak savunulabilir sınırların yanında, başkenti ve tarihi mirasının ünlü bir bölümünü elde eder. İsrail 1967’deki kadar kesin bir zafere doğru yürümüş ve 1973’ün başındaki başarısı bir dereceye kadar yarayı tedavi etmişti.Tarihi şartların çerçevesi içinde, İsrail-Mısır barış anlaşması hem bizzat, hem zamanlama açısından olağanüstü bir önem taşıyordu. İsrailliler, temel amaçlarından ve özgürlüklerinden  ödün vermeden ve devleti kuran  büyüklerinin müzakere esnekliğini koruyarak, başarılı ve azami güvenli  bir devlet kurdular. İlk  25 yılının içinde, İsrail’in nüfusu 650 binden 3 milyonun üstüne çıkar. 2000’lerde bu nüfus 6 milyona ulaşır. Bunun üzerine, İsrail devleti daha da zor bir misyon yüklenerek, Dünyanın herhangi bir köşesinde tehlikede olan yada tehlikeye maruz kalan Yahudilerin başlıca sığınağı ve hamisi haline gelir.

Ortadoğu Barışı ve Filistin sorunu:

Savaş sonrası dönemde Arap-Sovyet Yahudi düşmanlığının yarattığı uluslararası dayanışma, Filistin Kurtuluş Örgütünün 1968’de direniş olarak fiilen başlamasına destek oldu. FKÖ içindeki en büyük grup olan El Fetih’in kurucusu ve önderi Yaser Arafat, 1969 yılından, bağımsız Filistin devletinin temeli olarak düşünülen Oslo Anlaşması’yla kurulan Filistin Ulusal Özerk Yönetimi’nin kurulduğu 1993 yılına kadar İsrail’e karşı mücadelesini -içeride ve dışarıda terör eylemlerine de uzanan paralellikte- dünyanın farklı yerlerinde sürdürerek ‘Filistin Sorunu’nu uluslar arası arenaya taşır. Sonrasında kendilerince kurulan Filistin devletinin ilk lideri Yaser Arafat bu örgütün liderliğinden devlet başkanlığına ulaşır. İsrail terörist diye tanımladığı kişiyi devlet başkanı olarak tanımakta zorlanır. Sürekli uzayan barış görüşmeleri, çekilen duvar, Filistin’de yeni oluşan militan örgütler İsrail’in işini daha da zorlaştıracak, terörü savaş olarak yaşayacaktı. Arafat bir ömür boyu verdiği efsanevi mücadeleyle Filistin ulusunu yarattı ama onu ‘özerk’ yapıdan, bir 'Bağımsız devlete’ kavuşturamadı. Arafat, en büyük fırsatını 2000 yılında, Camp David'de ABD Başkanı Clinton'la İsrail Başbakanı Barak'a evet demeyerek kaçırır. Arafat’ın 2004 yılında ölümü Filistin davasını yeniden dünya gündemine getirse de kısa vadede sonuç zor görünüyor.

Bağımsızlık Günü için seslendirilen dua: “Atalarımıza vaat ettiği gibi, sınırlarımızı Fırat Nehrinden  Mısır Nehrine kadar genişlet. Kutsal ülke  İsrail’in  başkenti Kudüs’ü inşa et ve Solomon’un günlerinde olduğu gibi, Mabedin orada yükselsin.”

(Kudüs, 1980 yılında başkent olarak ilan edilmiş olsa da BM çapında tamamıyla kabul görmemiştir.)

İsrail bakış açısı, yukarıdaki duadan da anlaşılacağı gibi; ‘Yahudi  inancının temeli olan bu toprağın sahibi Yahudi halkıdır. Kutsal kitaplarında kendilerine vaat edilen bu toprağın iki sahibi olmayacağı’ şeklindedir. İsrail bakış açısının benzerini de Filistinliler iddia etmektedirler. ‘Müslümanlar kendi kutsal kitaplarına göre o toprakları kendilerinin sayarlar. O topraklarda (Kudüs) işgal sona ermeden savaşa devam derler.’ 

2005 Şubat ayının başında İsrail ve Filistin arasında devam eden şiddetin yerini barışa bırakma olasılığı belirir. İsrail başbakanı Ariel Şaron ve  Arafat'tan sonra Filistin devlet başkanlığına getirilen Mahmut Abbas, Mısır'da bir araya gelerek şiddetin önüne geçme taahhüdü ile  ateşkese varırlar. Bu son anlaşma Ortadoğu da barış yolunda atılan önemli bir adım olur ancak her nasılsa Barış ümidi ile başlayan her dönem gibi bölgede patlayan bombalarla sert kesintiye uğruyor. Kutsal topraklara yüzyıllar boyu ekilen şiddetin önüne  bir türlü geçilemiyor. Kırmızı hat bu bölgede Dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar ince olan çizgisinden geçiyor.

(2005 yılı içersinde İsrail çekilme planına göre 380 km uzunluktaki Gazze Şeridinden yaklaşık 8000, Batı Şeriadan 650 Yahudi yerleşimciyi tahliye etmeyi amaçlıyor. Yahudi yerleşimciler yıl içersinde Gazze Şeridinde 21, Batı Şeria'da 4 yerleşim birimi boşaltacaklar. Yahudi yerleşimciler direnmeye çalışsalar da İsrail hükümeti kararlı .1982 yılından bu yana ilk kez Yahudi yerleşim birimleri boşaltılıyor. 1982 yılında İsrail Melahim Begin ile Enver Sedat arasındaki barış anlaşmasından sonra Sina Yarımadasındaki Yamit'i boşaltmıştı.)

Ortadoğu'da barışın anahtarı, Filistin-İsrail sorununun çözümüdür. Filistinlilerin bağımsız devletlerine kavuşmadan bu topraklarda kan ve göz yaşının dinmeyeceği bölge ülkeleri kadar, tüm dünya tarafından bilinen bir gerçektir. O zaman, bu topraklardaki çatışma boyutunun bölgesel bir savaşın ardından yeni bir dünya savaşına dönüşmesi  senaryoları  gündemden çıkarılarak, bu coğrafyada barışın  gerçekleştirilmesi Dünya barışına da katkı sağlayacaktır.          rkocoz@yahoo.com

 

Kaynakça:

1) JOHNSON, Paul, “Yahudi Tarihi”, çev. Filiz Orman, Pozitif yayınları, 1. baskı, Aralık-2000

2) “İslam Kültür Ansiklopedisi”, İnkilab yayınları, New York-1986

3) Axis 2000 Büyük Ansiklopedi, cilt 6-9, Milliyet / Hachette yayınları

4) ATEŞ Süleyman, “Kur’an-ı Kerim Tefsiri”, Yeni ufuklar neşriyat, Milliyet -1995

5) İncil, Yeni Yaşam yayınları, 1.basım, Ocak-1995

6) Tevrat,

7) KULİN Ayşe, ‘Nefes Nefese’, Roman

 

 



[*] 1.Sınıf Emniyet Müdürü, APK Uzmanı